Sohbet

2024 Nov 17 19:35:37
yusuf35: Ziya Uğur - Hacı Bayram-ı Veli 2017 - 320 Kbps + Flac Kalite Eklendi   TIKLA

2024 Nov 10 23:45:06
yusuf35: Mustafa Aksoy - Hep Birşeyler Var 2005 - 320 Kbps + Wav Olarak Eklenmiştir...  TIKLA

2024 Nov 06 07:14:02
yusuf35: Mustafa Özoruç - Sarmaşık 1993 - 320 Kbps + Wav Kalite Eklenmiştir  TIKLA

2024 Nov 04 13:27:25
yusuf35: Ozan Yusuf Polatoğlu - Beyaz Hüzün 2010 - 320 Kbps + Wav Kalite Eklenmiştir  TIKLA

2024 Nov 03 12:14:32
yusuf35: Berk Özbek - Türkiye'nin Tenoru'ndan İlahiler 2024 - 320 Kbps + Flac Eklendi  TIKLA

Welcome to Ilahi-Ezgi - Manevi Dünyanız. Please login or sign up.

23 Kasım 2024, 01:42:36

Login with username, password and session length

Üye
  • Toplam Üye: 4,298
  • Latest: mdeniz
İstatistikler
  • Toplam İleti: 118,458
  • Toplam Konu: 13,897
  • Online today: 626
  • Online ever: 2,613
  • (21 Ocak 2020, 20:27:20)
Çevrimiçi Üyeler
Users: 2
Guests: 500
Total: 502

En Son Konular

Abdullah Özdoğan - Zamanı Olmayan Hikayeler 2012

Başlatan Mehmedim, 13 Ocak 2013, 08:39:33

« önceki - sonraki »

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

13 Ocak 2013, 08:39:33 Last Edit: 09 Kasım 2021, 01:56:16 by YasarAmca

Abdullah Özdoğan - Zamanı Olmayan Hikayeler 2012 (30 / 59:43)
--------------------------------------------------------------
[IMG]http://www.mediafire.com/convkey/90b5/49h43q640wbj1l0fg.jpg[/img]

Abdullah Özdoğan - 1 Neden Allahım ( 01:24 )
Abdullah Özdoğan - 2 Para ( 01:46 )
Abdullah Özdoğan - 3 Ayaz Köle ( 02:43 )
Abdullah Özdoğan - 4 Çiftçi ( 02:25 )
Abdullah Özdoğan - 5 Bedevi ( 01:12 )
Abdullah Özdoğan - 6 Kavak ( 01:23 )
Abdullah Özdoğan - 7 Tokat ( 01:48 )
Abdullah Özdoğan - 8 Eşşek ( 01:56 )
Abdullah Özdoğan - 9 Kuşlar ( 01:33 )
Abdullah Özdoğan - 10 100 Dolar ( 01:33 )
Abdullah Özdoğan - 11 Tıkandı Baba ( 05:16 )
Abdullah Özdoğan - 12 Kelebek ( 02:22 )
Abdullah Özdoğan - 13 Deniz Yıldızı ( 00:55 )
Abdullah Özdoğan - 14 Karpuz ( 02:46 )
Abdullah Özdoğan - 15 Bilge Kadın ( 01:08 )
Abdullah Özdoğan - 16 Yamyamlar ( 02:45 )
Abdullah Özdoğan - 17 Köpek H ( 02:30 )
Abdullah Özdoğan - 18 Kaptan ( 01:35 )
Abdullah Özdoğan - 19 Çocuk ( 01:56 )
Abdullah Özdoğan - 20 Kardeşler ( 01:33 )
Abdullah Özdoğan - 21 Günün Hikayesi – Gül ( 01:54 )
Abdullah Özdoğan - 22 Susamış Köpek ( 01:23 )
Abdullah Özdoğan - 23 Yaşli Çift ( 01:38 )
Abdullah Özdoğan - 24 Vezir ( 01:56 )
Abdullah Özdoğan - 25 Nar ( 02:31 )
Abdullah Özdoğan - 26 Mimar Sinan ( 02:13 )
Abdullah Özdoğan - 27 Lastik ( 00:59 )
Abdullah Özdoğan - 28 Karga ( 02:13 )
Abdullah Özdoğan - 29 Kelebek ( 02:00 )
Abdullah Özdoğan - 30 İş Hayatı Ve Picasso ( 02:11 )
[hide thanked=1]

Abdullah Özdoğan - Zamanı Olmayan Hikayeler 2012 192 Kbps


Yandex
Abdullah Özdoğan - Zamanı Olmayan Hikayeler 2012[/hide]





ALLAH (C.C) Razı Olsun Kardeşim.
Paylaşım İçin Teşekkürler.
Ellerinize ve  Emeklerinize Sağlık.


razı olsun.

Gizli linklerin nasıl açılacağını öğrenmek için tıklayınız...




ALLAH (C.C) Razı Olsun kardeşim.
Paylaşım İçin Teşekkürler
Ellerinize ve  Emeklerinize Sağlık



Sessizlik; söyleyecek sözü olmayanın değil, boş lafta gözü olmayanın işidir
http://merhametfm.blogspot.com.tr/

Allah (C.c.) Tüm Müslümanlardan Razı Olsun İnşaallah...



AYAZ KÖLE
Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle varmış. Takdir bu ya, köle bir gün Sultan Mahmud'un kölesi olmuş. Sultan, köleyi taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevmiş. Derken Sultan'ın öylesine itimadını kazanmış ki, bütün sultanlığın haznedarı tayin edilmiş ve en kıymetli ve en zarif mücevherler, taşlar ona emanet edilir olmuş. Bu gelişmeyi gören saraylılar ise durumdan pek rahatsız olmuşlar. Hasetleri ve kibirleri yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini ve kendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedememişler. Bu duygular içinde, özellikle Sultan yakınlardaysa ondan gün geçtikçe daha çok şikayet etmeye başlamışlar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek için ellerinden geleni yapmışlar. Bir gün Sultan'ın huzurunda bir saraylının diğerine şöyle dediği duyulmuş:
– "Köle Ayaz'ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Onun mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim." Sultan kulaklarına inanamamış.
– "İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim" demiş. Duvara küçük bir delik yaptırıp, içeride olanları seyretmeye hazırlanmış. Kölenin sessizce içeri girdiğini, kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini görmüş. Orada sakladığı küçük bir bohçaymış bu. Bohçayı öpmüş alnına koymuş ve sonra da açmış. İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbise! Aynanın karşısına geçmiş. Kendi kendine, "Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun?" diye sormuş.
– "Bir hiçtin sen... Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah, Sultan'ın eliyle sana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lütfetti. Asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal mülk insanın hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de, nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve daima hatırla, hatırla Ayaz, hatırla!" Sandığı kapatmış, kilitlemiş ve sessizce kapıya doğru yürümüş. Hazine dairesinden çıkarken birden Sultan'la yüz yüze gelmiş. Sultan gözlerini Ayaz'ın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyormuş ve boğazı öyle düğümlenmiş ki, konuşmakta güçlük çekmiş.
– "Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedarıydın, ama şimdi... Kalbimin hazinedarısın. Bana benim de önünde bir hiç olduğum kendi Sultanımın huzurunda nasıl davranmam gerektiği dersini verdin."

BEDEVİ
Devesiyle birlikte çölde yürümekte olan bir bedevi, güçlükle yürüyen ve susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış.
Adam, bedeviyi görünce su istemiş.
Bedevi, devesinden inmiş ve ona su vermiş.
Suyu içen adam birden bedeviyi iterek, deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış.
Bedevi, arkasından bağırmış:
Tamam deveyi al git ama bir ricam var, sakın bu olayı kimselere anlatma.
Bu isteği tuhaf bulan hırsız, biraz duraklayıp nedenini sormuş:
Eğer anlatırsan, bu her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce, asla yardım etmezler.
Bedevi gibi derdimiz deve değil de kötülüğün yayılmaması olsaydı, millet olarak çok şeyi halletmiş olacaktık.
Ufkumuzda, şafak türküleri tütüyor olacaktı.
Kardelenlerimiz, çoktan yeşermiş olacaktı.
Menfaatimize göre değil, vicdanımıza göre yaşayacağımız bir hayat dileğiyle..!

BİLGE KADIN
Dağlarda seyahat eden bilge bir kadın, bir dere kenarında değerli bir taş bulmuştu. Ertesi gün kadın başka bir gezginle karşılaştı aynı dağlarda. Adamın karnı çok açtı. Bilge kadından yiyecek bir şeyler istedi. Kadın ona bir şeyler vermek için çantasını açtığında değerli taşı gören adam, kadından onu da kendisine vermesini rica etti. Kadın tereddütsüz:
"Olur" dedi kadın.
Aç gezgin, talihin nihayet kendisine yaver gittiğini düşünerek, sevinç içinde ayrıldı oradan. Ancak, birkaç gün sonra o civarlara geri geldi ve bilge kadını bularak, taşı kendisine iade etti.
"Bana verdiğin taşın ne kadar değerli olduğunun farkındayım" dedi adam. "Ama düşündüm ki, sende bu taştan daha değerli bir şey var. Bu mücevheri verebilmeni mümkün kılan şeyi bana verir misin?"

ÇİFTÇİ
Yıllar önce bir çiftçi, fırtınası bol olan bir tepede bir çiftlik satın almıştı. Yerleştikten sonra ilk işi ise bir yardımcı aramak oldu.
Ama ne yakındaki köylerden ne de uzaktakilerden kimse onun çiftliğinde çalışmak istemiyordu. Müracaatçıların hepsi çiftliğin yerini görünce çalışmaktan vazgeçiyor, burası fırtınalıdır, siz de vazgeçerseniz iyi olur diyorlardı.
Nihayet çelimsiz, orta yaşı geçkince bir adam işi kabul etti. Adamın haline bakıp 'çiftlik işlerinden anlar mısın?' diye sormadan edemedi çiflik sahibi. 'Sayılır' dedi adam, 'fırtına çıktığında uyuyabilirim'.
Bu ilgisiz sözü biraz düşündü, sonra boşverip çaresiz adamı işe aldı.
Haftalar geçtikçe adamın çiftlik işlerini düzenli olarak yürüttüğünü de görünce içi rahatladı. Ta ki o fırtınaya kadar:
Gece yarısı, fırtınanın o müthiş uğultusuyla uyandı. Öyle ki, bina çatırdıyordu. Yatağından fırladı, adamın odasına koştu: 'Kalk, kalk!
Fırtına çıktı. Her şeyi uçurmadan yapabileceklerimizi yapalım.' Adam yatağından bile doğrulmadan mırıldandı: 'Boşverin efendim, gidin yatın. İşe girerken ben size fırtına çıktığında uyuyabilirim demiştim ya.' Çiftçi adamın rahatlığına çıldırmıştı. Ertesi sabah ilk işi onu kovmak olacaktı, ama şimdi fırtınaya bir çare bulmak gerekiyordu.
Dışarı çıktı, saman balyalarına koştu: A-aa! Saman balyaları birleştirilmiş, üzeri muşamba ile örtülmüş, sıkıca bağlanmıştı. Ahıra koştu. İneklerin tamamı bahçeden ahıra sokulmuş, ahırın kapısı desteklenmişti. Tekrar evine yöneldi; evin kepenklerinin tamamı kapatılmıştı. Çiftçi rahatlamış bir halde odasına döndü, yatağına yattı. Fırtına uğuldamaya devam ediyordu. Gülümsedi ve gözlerini
kapatırken mırıldandı: 'Fırtına çıktığında uyuyabilirim'
Sıkıntılara zihnen, manen , maddeten hazırsanız, fırtına çıktığında uyuyabilirsiniz.
Kızgınlıkla karar almayın, mutluluktan uçtuğunuzda söz vermeyin. ikisi de sarhoşluk ânıdır. O anlarda akıl başta değildir.

ÇOCUK
Güneşli bir gündü. Kadın parkta yanında oturan adama:
"Bakın, salıncakta sallanan şu kırmızı kazaklı çocuk benim oğlum" dedi.
Adam gülümseyerek "Güzel bir oğlunuz var" dedi.
"Diğer salıncaktaki mavi kazaklı çocuk da benim oğlum"
Sonra saatine baktı ve
"Heyyy, Oğlum, sanırım artık gitme zamanı" diye seslendi Ali,sanırım artık gitme zamanı geldi. Çocuk salıncakta yükselirken "Beş dakika daha baba, lütfen yalnızca beş dakika daha" diye karşılık verdi babasına.
Adam başını "peki" anlamında sallayınca çocuk neşeyle sallanmaya devam etti. Dakikalar sonra adam ayağa kalkarak tekrar seslendi oğluna Ali, artık gidelim mi, ne dersin?" Çocuk yine gitmeye isteksiz "Ne olur baba, beş dakika daha, lütfen, beş dakika daha" diye bağırdı babasına.
Adam" Tamam" deyince çocuk kahkahalar atarak sallanmaya devam etti. Sonunda kadın dayanamadı ve sesinde gizli bir hayranlıkla "Ne kadar sabırlı bir babasınız" dedi. Adam gülümsedi kadına. "Sabır değil yaptığım bayan" dedi. "Büyük oğlumu geçen yıl burada sarhoş bir sürücünün çarpması sonucu kaybettim. Buraya yakın yolda bisiklet sürüyordu. Hasan'a hiç yeterince zaman ayırmamıştım. Oysa şimdi onunla beş dakika daha fazla birlikte olabilmek için her şeyi yapardım. Ali'ye aynı hatayı yapmayacağıma söz verdim kendi kendime.
O her "Beş dakika daha baba" dediği zaman, oyun oynamak için beş dakika daha kazandığını düşünüyor, oysa işin gerçeği ne biliyor musunuz? Ben onu oyun oynarken beş dakika daha fazla izleyebiliyorum, asıl kazanan benim"

DENİZ YILDIZI
Bugün size çok bilinen bir hikaye anlatacağım=
Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder gibi hareketler yapan birini görür.
Biraz yaklaşınca bu kişinin sahile vuran deniz yıldızlarını, okyanusa atan genc bir adam olduğunu fark eder.
Genç adama yaklaşır:
- Neden deniz yıldızlarını okyanusa atıyorsun?
Genç adam yanıtlar;
- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek. Onları suya atmazsam ölecekler.
Yazar sorar;
- Kilometrelerce sahil , binlerce deniz yıldızı var. Ne fark eder ki?
Genç adam eğilir, yerden bir deniz yıldızı daha alı r, okyanusa fırlatır.
- Onun için fark etti ama... der .

EŞEK
Bir gün, bir çiftçinin eşeği kuyuya düşer.
Adam ne yapacağını düşünürken, hayvan saatlerce anırır.
En sonunda çiftçi, hayvanın yaşlı olduğunu ve kuyunun da zaten kapanması gerektiğini düşünür ve eşeği çıkartmaya değmeyeceğine karar verir. Bütün komşularını yardıma çağırır. Her biri birer kürek alarak kuyuya toprak atmaya başlarlar. Eşek ne olduğunu fark edince, önce daha beter bağırmaya başlar. Sonra, herkesin şaşkınlığına, sesini keser.
Birkaç kürek toprak daha attıktan sonra, çiftçi kuyuya bakar. Gözlerine inanamaz. Eşek, sırtına düşen her kürek toprakla müthiş bir şey yapmakta, toprağı aşağıya silkeleyerek yukarı çıkmasına basamak hazırlamaktadır.
Bir süre sonra, komşular toprak atmaya devam edince, herkesin şaşkınlığı altında eşek, kuyunun kenarından dışarı bir adım atıp, koşarak uzaklaşır!
Hayat üzerinize hep toprak atacaktır; her türlü pislik ile. Kuyudan çıkmanın sırrı, bu pisliği silkeleyip bir adım yükselmektir.
Sıkıntılarımızın her biri bir adımdır. En derin kuyulardan bile yılmayarak, usanmayarak çıkabiliriz.
Silkelenin ve biraz daha yukarı çıkın.
Sıkıntılarınızın her biri, bir adımdır aslında.
İçine düştüğünüz en derin kuyulardan bile yılmayarak, usanmadan çalışarak çıkabiliriz.
Parola şu; Silkelenin ve biraz daha yukarı çıkın.
Mutluluğun 5 basit kuralını unutmayın;
1. Kalbinizi nefretten arındırın; Affedici olun.
2. Düşüncelerinizi, endişelerinizden arındırın; Çoğu zaten hiç gerçekleşmez.
3. Basit yaşayın ve elinizdekilerin kıymetini bilin.
4. Daha çok verin.
5. Daha az bekleyin...

GÜL
Delikanlı yıllar sonra doğduğu kasabaya döner. Sabah uyandığında aklına yıllar önce evlenmek istediği, kasabanın en güzel kızı gelir. Kızın güzelliği çevre kasaba ve şehirlerde bile dillerdedir ve kimler istediyse kız bir türlü olumlu yanıt vermemiştir.
Otelden çıkar ve gördüğü yaşlı adama kızı sorar. Yaşlı adam az ilerde güzel bahçe içinde bir ev gösterir, kızın orada oturduğunu söyler. Delikanlı merak eder,kızın nasıl biriyle evlendiğini. Bir köşede beklemeye başlar,bir müddet sonra yaşlıca kel, pek de hoş görünmeyen bir adamı yolcu eder kız kapıdan... Üstelik zengin bir adam da değildir....
Adam gittikten sonra delikanlı çalar kapıyı,kendini tanıtır.Sorar niye bu adamla evlendiğini kıza...
Kız "söylerim" der "ama bir koşulla"....
Evin arkasında büyük bir gül bahçesine götürür delikanlıyı ve der ki:
Bu bahçenin en güzel gülünü bana getirirsen söyleyeceğim sana niye bu adamla evlendiğimi...Ama asla geri yürümek yok bahçede,arkana bakmak yok en güzel gülü istiyorum sadece...
"Memnuniyetle" der delikanlı ve girer bahçeye....
Çok güzel sarı bir gül durmaktadır karşısında tam elini güle uzatmışken pembe bir gonca görür az ötede,ilerler...
Ona uzanırken kadife kırmızı bir gül ilişir gözüne ilerde...
Derken.....Birde bakar bahçenin sonuna gelmiş...
Kıza verdiği söz gelir aklına..Geri dönmek yok...
Ne yapsın..Mecburen bulduğu alelade, hatta solmaya yüz tutmuş bir gülü mahcup bir şekilde götürür kıza....
Kız gülümser gülü görünce..
"Bilmem aldın mı cevabını" der delikanlıya.....
Hayat bu bahçede yürümeye benzer...

İŞ HAYATI VE PİCASSO
ODTÜ İşletme'nin deli ama çok bilge, hem en sevilen hem en nefret edilen profesörü Muhan Hocanın Strateji Yönetimi dersinin ilk saati öğretim üyelerinin bile katılımıyla geçer ki her senesi ayrı ilginçtir. Derslerinden birinden bir anekdot:
Muhan Soysal tepegöze bir Picasso resmi koyar. Herkes bakar bakar ama tarzı zaten kübik olan sürrealist resimde sanatla fazla ilgilenmeyenlerin anlayabileceği çok az şey vardır. Bozuk perspektifli bir oda, sarı uzun saçlı yaratığa benzeyen bir şey. Etrafında başka yaratıklar, yerde yine bir yaratık ve arkadaki şekli bozuk içi parlak dikdörtgenin içinde başka bir şeyler daha
5-10 dakka hiç bir şey söylemeden sınıfı izleyen hoca, birazdan Picasso'nun resmini alıp Meninas'in bir resmini koyar. Bu resimde sandalyenin üzerinde oturan sarı uzun saçlı bir aristokrat kızının etrafındaki dadılar onun saçını tararken yerde köpeği yatmaktadır. Ve babası arkasından ışık sızan kapıdan kızını izlemektedir.
Ancak ikinci resmi görünce Picasso'nun resmindeki öğelerin ne olduğunu ve bu resmin Meninas'in tablosuna gönderme olarak yapılmış olduğunu fark eder tüm sınıf.
Ve Muhan Soysal hiç unutamayacağımız dersini verir:
"Hayatta hiç bir şey Meninas'in resmi kadar belirgin ve net değildir. İş hayatı gerçekleri size Picasso'nun resmindeki gibi şekil değiştirmiş olarak gösterir. Picasso'nun resmine bakıp, Meninas'in resmini görebilenleriniz başarılı olacak, diğerleri kübik şekillere bakıp yanlış anlamlar çıkarmaktan gerçekleri hiç göremeyecek."
"Bir saatliğine mutlu olacaksanız, şekerleme yapın
Bir günlüğüne mutlu olacaksanız, balık avlamaya gidin
Bir aylığına mutlu olacaksanız, evlenin
Bir yıllığına mutlu olacaksanız, bir servete konun
Tüm yaşam boyunca mutlu olacaksanız, işinizi sevin..."

KAPTAN
Gemi kaptanı bir gece gemisiyle seyir halindeyken , birdenbire önünde bir ışık fark eder ve gelenin kendi gemisiyle aynı doğrultuda olduğunu görür. Hemen telsize yönelir ve gelen geminin rotasını on derece doğuya değiştirmesini isteyerek acil bir mesaj yollar. Birkaç dakika sonra , geri bir mesaj gelir , mesaj " Yapamayız , rotanızı on derece batıya değiştirin" der. Kaptan sinirlenir ve üstü kapalı bir mesaj gönderir " Ben denizci kaptanıyım ve rotanızı değiştirmenizi istiyorum" der. Birkaç dakika sonra mesaja cevap gelir " Ben ikinci sınıf bir denizciyim , yapamam , rotanızı değiştirin." der. Kaptan daha fazla sinirlenmiştir ve hiddetle bir mesaj yollar : " Ben bir savaş gemisiyim ve rotamı değiştirmiyorum." der. Cevap olarak sert bir mesaj gelir : "Ben deniz feneriyim bayım. Siz bilirsiniz , sizin seçiminiz. " Birkaç dakika sonra zaman harcanmış rota değiştirilmemiş olduğu için sert bir kayaya çarpar ve batmaya başlar.
İşte bizde bazen bu kaptan gibi , dik başlı ve inatçı olabiliyoruz.
Unutmayın ! sonuçlarınızın sebepleri sizsiniz.

KARDEŞLER
Erkek kardeşlerin ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı. Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekardı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve karlarını eşit olarak bölüşürlerdi. Günün birinde bekar kardeş kendi kendine:
"Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil" dedi, "Ben yalnızım ve pek fazla gereksinimim yok."
Böylelikle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı.
Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine: "Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok, yaşlandığı zaman hiç kimsesi yok bakacak" diyordu.
Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı. İki erkek de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar, çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu.
Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler. O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar.

KARGA
Seksenine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen kırk beş yaşlarındaki saygın bir iş adamı olan oğlu salonda oturuyorlardı.
Hal hatırdan, çoluk çocuktan, havadan sudan sohbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti.
O anda oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Yaşlı baba kargaya gülümseyerek biraz baktıktan sonra oğluna sordu; "Bu ne oğlum?"
Oğlu biraz şaşkın biçimde cevapladı: ´O bir karga baba.´
Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: ´Bu ne oğlum?´
Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: "Baba, o bir karga..."
Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu...
Yaşlı baba üçüncü defa sordu: "Bu ne?"
Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü; ´O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun?!´
Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti;
´Baba, bunu neden yapıyorsun?! Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?´
Babası yüzünde hala bir gülümseme yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve bir defterle döndü. Elindeki bir hatıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu...
Sevgiyle gülümsemeye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve okumasını söyledi.
´Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanı başımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum, tam yirmi üç defa onun ne olduğunu sordu. Yirmi üç soruşunda da, ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu...´

KARPUZ
Evvel zaman içinde Memleketin birinde 90 yaşlarında fakat çok dinç ve genç görünümlü bir adam yaşarmış?
Çevresinde bulunan herkes ona çok özenir ve sorarlarmış.
"bu gençliğin sırrı nedir" diye.
İhtiyar delikanlı güler geçermiş her soruldukça bu soruya.
Ama sorular sık ve soranlar çoğalınca cevap vermek şart olmuş.
Düşünmüş nasıl anlatırım bu sırrımı kolayca herkese. Sonra karar vermiş tüm meraklıları yemeğe davet etmeye evine.
"Bu davette size sırrımı açıklayacağım" demiş.
Herkes merakla davete gelmiş.Yemekler yenilmiş, içilmiş, sohbetler edilmiş vakit iyice gecikmiş.
Ama gençlik sırrı ile ilgili tek kelam edilmemiş.
Herkes konu ne zaman açılacak diye merak ederken adamcağız huri gibi sevimli hanımına seslenmiş.
"Hatun , şu kilerden bir karpuz getirir misin bize sana zahmet!.."
Hanım hemen doğrulmuş kilere giderek kaş ile göz arasında gidip bir karpuz getirmiş.
Adamcağız şöyle eliyle bir vurmuş tık tık diye sonra da :
" Bu olmamış hanım, güzel çıkmayacak, başka getirir misin bir zahmet" demiş.
Hanım onu götürmüş bir tane daha getirmiş. Adam onu da bir yoklamış yine beğenmemiş.
"Hanım sana yine zahmet olacak ama bu da olmamış başka bir tane getirir misin" demiş.
Başka istemiş başka istemiş?. Bu böylece dört sefer daha tekrarlanmış .
Dedemiz beşincide karpuzu beğenmiş ve karpuz kesilmiş, misafirlere ikram edilmiş?. Herkes karpuzunu afiyetle yerken bizim dedecik sormuş.
"Eeeee?. Arkadaşlar işte benim gençliğimin sırrı burada anladınız mı??" Herkes birbirinin yüzüne bakmış.Kimse bir şey anlamamış..
"Aman dede demişler nerde? Anlamadık biz bu sırrı!"
Dedecik gülmüş.
"Efendiler" demiş
"O gördüğünüz karpuz kilerde bir tanecikti, tekti. Ben hanıma git de başka getir dedikçe o kilere gidip geliyor aynı karpuzu getiriyordu. Bir kere bile (aman be adam, deli misin nesin şu tek karpuzu ne
taşıtttırıyorsun bana defalarca.) demedi. Beni sizin önünüzde mahcup duruma düşürmedi. İşte bütün bu gençliğimi hanımıma borçluyum."
"Biz birbirimizi hiç başkalarının önünde zor duruma düşürmeyiz. Aile içindeki hiçbir şeyi dışarıya yansıtmayız. Hep birbirimize destek olur, dert ortağı olur, yardım ederiz. Birbirimizle ilgili olan problemleri yine birbirimize anlatırız. İyi kötü her olayı da birlikte paylaşırız."
demiş.

KAVAK
Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:
-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?
-On yılda, demiş kavak.
-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.
-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!
-Doğru, demiş ağaç doğru.
Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa kabak:
-Neler oluyor bana ağaç?
-Ölüyorsun, demiş kavak.
-Niçin?
-Benim on yılda geldiğim yere, sen iki ayda gelmeye çalıştığın için.
Hayatta erken olmaya çalışan ve olduklarını zanneden insanlar vardır. Onlara kızmayın, onlara sadece sabretmelerini, azmetmelerini ve beklemelerini öğütleyin.

KELEBEK-1
Bugün size bir kelebeğin hikayesini anlatacağım=
Bir gün, kırlarda gezintiye çıkan bir adam, kenara oturduğu otlardan birinin dalında, küçük bir kozanın varlığını fark etti. Koza ha açıldı ha açılacak gibiydi.
Adam, bunun bir kelebek kozası olduğunu tahmin ediyordu. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez diye düşündü; ve bir kelebeğin dünya yüzü gördüğü ilk dakikalara şahit olmak istedi.
Dakikalar dakikaları kovaladı, saatler geçmeye başladı, ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delikten çıkmadı. Sanki, kelebeğin dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş olabileceğini düşündü.
Sanki kelebek elinden gelen her şeyi yapmış da, artık yapabileceği bir şey kalmamış gibi geldi ona. Bu yüzden, kelebeğe yardımcı olmaya karar verdi: cebindeki küçük çakıyı çıkarıp kozadaki deliği bir cerrah titizliğiyle büyütmeye başladı.
Böylece, bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük, kanatları buruş buruştu. Adam kelebeği izlemeye devam etti; çünkü kanatlarının her an açılıp genişleyeceğini ve narin bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu.
Ama bunlardan hiçbiri olmadı. Kelebek, hayatının geri kalanını, kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar denese de, asla uçamadı.
Adamın bütün iyi niyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şey , kozanın kısıtlayıcılığının ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için gereken çabanın, Allah'ın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kısıtlayıcılığından kurtulduğu anda onun uçmasını sağlamak için seçtiği bir yol olduğuydu.
Bu gerçeği öğrendiğinde, hayat boyu unutamayacağı bir şey de öğrenmişti: Bazen, hayatta tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey, çabalardır. Eğer Allah, hayatta herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi, o zaman, bir anlamda sakat kalırdık. Olabileceğimiz kadar güçlenemezdik o zaman. Ve asla uçamazdık..

KELEBEK-2
İyi kalpli, yalnız bir adam, bir gün bir koza bulur.
Kozanın içinde küçük bir tırtıl vardır. Adam çok sever bu tırtılı, onunla tüm yalnızlığını, tüm sevgisini paylaşır.
Gel zaman git zaman tırtıl büyür, güzel bir kelebek olur. Adam, kelebeğine hayran... bırakamaz onu bir türlü... Aslında kelebeğin aklında dağlar, kırlar,çiçekler vardır da; kıyamaz bir türlü adama ve sevgisine, yalnız bırakamaz onu... Üç günlük ömrünü sevildiği ve sevdiği yerde geçirmeye hazırdır...
Ama adam bilir ki; "Sevmek bazen vazgeçmeyi de bilmektir" ...Kelebeğine son kez bakar ve onu salıverir özgürlüğüne,kırlarına, çiçeklerine doğru...
Kelebek mutlu olmasına mutludur ama hiç bir meltem, hiç bir çiçek yaprağı adamın avucunun sıcaklığını andırmaz...
Aklında adam,o çiçek senin bu çiçek benim dolaşır saatlerce... Adam bir kelebeğe sevdalı, bakıp durur boşluğuna. Kelebekse hala konacak sıcak bir avuç aramakta...
Böylece kelebek şunu anlar: Bazen ait olduğumuz yer orasıdır; sıcak bir avuçtur biliriz ama o yerin bize ait olma ihtimali bir hiçtir ...böylece adam şunu anlar: hiç bir sevdayı yalnızca
sevgiyle yaşatamazsınız
...
O günden sonra kelebek, adama duyduğu özlemi gömecek bir dağ aramaya başlar, ama gücü tükenene dek arayıp da bulamayınca anlar ki;
Hiç bir dağ bir özlemi gömebileceğiniz kadar büyük değildir ...
Adamsa artık sevdasını koyar sımsıcak avuçlarına; kelebeğin yerine...
Herkes bir şeyler yaşar, iyi ya da kötü doğru ya da yanlış; Yaşadıklarından ders çıkararak hayatına bir yol verir. Aynı zamanda düşüncelerine de.Bırak sevgi seni bulsun.

KÖPEK
Geçmişin herkesin saygısını kazanmış derin hocalarından biri, yıllarca ders verdiği bir öğrencesini bir gün karşısına aldı ve şöyle dedi:
-Sen artık yılların tahsil ve terbiyesi sonucu belirli bir düzeye geldin Gerekli bilgileri nazari olarak kavradın Ama bu öğrendiklerinden sonuç çıkaracak yorum yapacak, gerektiğinde bunlardan yararlanacak hâle geldin mi bunu öğrenmek için sana bir soru soracağım Doğru cevap verdiğin takdirde sana icazet vereceğim dedi.Öğrenci:
-Peki hocam, sorunuzu sorun, bilirsem beni serbest bırakın, ben de zaten bunu istiyorum, dedi
Hoca sorusunu şöyle yöneltti:
-Diyelim ben seni serbest bıraktım, ilk önce bir yakın akraba ziyareti yaparsın Memleketine giderken elbette köylerden yaylalardan geçeceksin Yolun üstünde davar sürülerine, çoban köpeklerine rastlayacaksın Varsayalım ki böyle bir yerde beş altı tane köpek birden sana saldırdı Nasıl kurtulursun?
Öğrenci cevap verdi:
- Elimdeki sopa ile karşı koyarım
- Sopa ile beş altı köpekle baş edemezsin
- Köpekleri taşa tutarım
- Yine kurtulamazsın
- Silahımı çeker öldürürüm. Hocası=
- O zaman köpek sahipleri seni oradan sağ salim bırakmazlar Öldürmeseler bile iyice döverler, pestilini çıkarırlar ve köpeklerin parasını da senden alırlar.
Öğrenci pes etti:
- Hocam bilemeyeceğim Anlaşılıyor ki bir süre daha sizden feyz almam gerekecek Fakat nasıl kurtulabileceğimi siz söyler misiniz?
Hoca açıkladı:
-Dağda, bayırda, yaylada nerede olursa olsun böyle birkaç köpeğin birden saldırısına uğrayınca ilk yapılacak şey köpeklerin sahiplerine veya köpekler kimin denetiminde ise ona haber vermektir Çünkü köpekler daima sahiplerine yakın yerlerde bulunurlar ve sahiplerinin bir sözüyle, bir ıslığıyla saldırıdan vazgeçerler.
Burdan çıkaracağımız sonuç şu=
Size bir köpek saldırıyorsa çözümü sahibine müracaatta arayın.

KUŞLAR
Bir bilim adamı kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı tür kuşa rastlar bir araştırmasında... Merakını cezp eder bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yasamak istemediklerini, nasıl olup da bir yabancıyı kendi kardeşlerine yeğlediklerini.
Bir yanda karga, bir yanda leylek... O kadar farklıdır ki kuşlar; ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine. Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır; leylek dediğinse leyleklerle...
Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. O zaman anlar ki; birlikte kaçar, birlikte uçar bu beraber yaşamaları beklenenlerin yanında tutunamayanlar... O vakit anlar; sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır canlıları birbirlerine yakın kılan. Topal kuşlar birbirlerinin "arıza"larını bilir ve sömürmek ya da örtmek yerine kabullenirler öylesine...
En sahici dostluklar ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır. Ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür esas yakınlaştıran, yaklaştıran bütün canlıları.

LASTİK
4 tane üniversite öğrencisi, uyanamadıkları için matematik finaline geç kalırlar ve okula gidince hocaya arabalarının lastiğinin patladığını söylerler... Hoca ilk başta inanmaz ama öğrencilerinin
yalvarmalarına dayanamayarak, onları 3 gün sonra sınav yapacağını söyler.
Sınav günü gelince hoca, 4 öğrencinin hepsini boş bir salonun ayrı ayrı köşelerine oturtur.
Sınav geçme sistemi şöyledir: 100 üzerinden 50 puan alan herkes sınavı geçebilir... Hocanın hazırladığı sınavda ise ön sayfada 10'ar puanlık 4 tane basit matematik sorusu vardır... Bunları kolayca çözerler.
Arka sayfada ise 60 puanlık 1 soru vardır: "Hangi lastik patladı?"

MİMAR SİNAN
Süleymaniye Camii'nin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti.
O gün gelince İstanbul'un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti.
Herkes hayranlıkla bu Türk mucizesini seyrediyordu. Kalabalık arasında bulunan bir çocuk, "Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!" diye bağırıyordu.
Herkes minareye bakıyordu, ama bir eğrilik görünmüyordu. Çocuğun minarelerden biri için eğri dediği Mimar Sinan'a kadar ulaştı.
Koca mimar hemen çocuğun yanına geldi ve ona, "Yavrum hangi minare eğri, göster bana" dedi. Çocuk da, "İşte şu" diye minarelerden birini gösterdi.
Mimar Sinan hemen adamlarını topladı. Uzun halatları birbirine ekletip minareye bağlattı. "Çekin yukarı doğru!" diye çektirmeye başladı.
Çocuğa da, "Oğlum, bak bu minareyi doğrultturuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver" dedi.
Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi halatları çekiyorlardı. Çocuk bir süre sonra, "Tamam, minare doğruldu" diye bağırdı. İşçiler, çekme işini bırakıp halatları çözdüler.
Başından beri olaya tanık olan Sinan'ın ustalarından biri, herkesin kafasını kurcalayan soruyu Mimar Sinan'a yöneltti:
- Ulu mimarbaşımız, sen herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok. O halde niçin düzeltmeye kalkıştın?
Mimar Sinan'ın cevabı inceliğin, anlayışın, hoşgörünün simgesi idi:
- Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını, ama çocuğun kafasındaki "minare eğri" intibaını da öyle bırakamazdım. Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki "eğri" kanaati silinsin. Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı.

NAR
Bir padişah, bir iki vezirini ve diğer erkandan birkaçını yanına alarak payitahta (başkente) yakın yerleşim merkezlerinde bir gezintiye çıkmıştı Payitahttan ayrılıp bir kaç saatlik bir yol katettikten sonra yolları üzerindeki bir nar bahçesinin kıyısında dinlenme molası verdiler Olgunlaşmış, tam kıvamını bulmuş olan narlar insanın iştahını kabartıyordu Padişah bahçe içinde çalışmakta olan yaşlı bir adamı yanına çağırdı sordu:
- Bu güzel nar bahçesi kimin?
- Bu nar bahçesi benimdir efendim, babamdan miras kaldı
- Oğlun, uşağın var mı?
- Allah bize oğul uşak vermedi efendim, bir karı kocadan ibaret iki kişilik bir aileyiz
- Peki ben de bu ülkenin hükümdarıyım, şuradan bir nar şerbeti sıksan da içsek
İhtiyar "başüstüne" dedi ve hemen gidip bahçe içindeki kulübeden kalaylı, tertemiz bir tas getirdi En yakındaki ağaçtan iki nar kopardı ve sıktı İki nar tam bir tası doldurdu Padişah içti ve çok beğendi Bütün vücuduna bir zindelik ve ferahlık yayılmıştı İhtiyar çiftçi padişahın beraberindeki herkese sırayla nar şerbeti ikram etti Padişah ve adamları bedenlerinin kazandığı bu zindelikle biraz yol almak için ihtiyara veda edip yola koyuldular Yolda şeytan padişahın kafasını karıştırmaya başladı "Madem birer ayakları çukurda olan bu yaşlı karı-kocanın mirasçıları yok, ne yapacaklar böyle güzel nar bahçesini, karşılığında bir kaç kuruş verip de bu bahçeyi ellerinden alayım" diye düşündü Padişah ve adamları akşama doğru geri dönerlerken aynı bahçenin yanında yine konakladılar Padişah ihtiyardan bir tas daha nar şerbeti yapmasını istedi İhtiyar sabahki kadar candan ve gönülden olmasa da bir tas nar şerbeti yapıp sundu Fakat padişah bu defa nar şerbetinin tadını pek beğenmedi Sabahkine hiç benzemiyordu Sordu:
- Baba ne oldu böyle, bu nar şerbeti sabahki ile aynı nardan değil mi? Bunun tadı hiç de hoş değil.
Yaşlı adam cevap verdi=
- Aynı nardan evlat, aslında tadında da bir değişiklik yok, asıl değişen sizin kalbiniz Tebaanızın malına göz koydunuz, bunun için de narların tadı değişti.

NEDEN ALLAHIM
Efsane Wimbledon tenis oyuncusu Arthur Ashe AIDS'den ölmekteydi. Dünyanın her köşesindeki hayranlarından mektuplar yağıyordu. Bunlardan bir tanesi söyle soruyordu: "Neden Allah böylesine kötü bir hastalık için seni seçti?" Arthur Ashe buna su cevabı verdi: Tüm dünyada; 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyon çocuk tenis oynamayı öğrenir, 500.000 çocuk profesyonel tenisi öğrenir, 50,000 çocuk yarışmalara girer, 5,000'i büyük turnuvalara erişir, bunlardan 50'si Wimbledon'a kadar gelir, 4'ü yarı finale, 2'si finale kalır. Ben elimde şampiyonluk kupasını tutarken Allaha ; "Neden ben?" diye hiç sormadım. Ve bugün sancı çekerken, Allaha ; Niye ben?" diye soramam.
Mutluluk insanı tatlı yapar
Zorluklar güçlü yapar,
Hüzün ise insan yapar,
Yenilgi mütevazı yapar,
Başarı insanı ışıldatır
Ama yalnız Allah yolumuza devam etmemizi sağlar.
Allaha asla "Niye ben?" diye sormayın... Ne olacaksa olacaktır... O'nun kendine has usulleri vardır...

PARA
İş adamı tıraş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir. Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler. Berber, iş adamının kulağına fısıldar;
"Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi..." Berber çocuğa seslenir:
"Ali, buraya gel!".
Bunun üzerine çocuk sakince dükkana girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber işadamının kulağına sessizce, "bak şimdi" diye fısıldar ve bir elinde beş, diğerinde elli liralık banknot olduğu halde çocuğa sorar:
"Hangisini istiyorsan alabilirsin?"
Çocuk dalgın dalgın bir beş liraya bir de elli liraya bakar ve sonunda beş liralık banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır. Berber işadamına döner ve gülerek:
"Gördün mü? Sana söylemiştim." der.
Tıraş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali'yi görür. Yanına giderek neden elli liralık değil de beş liralık banknotu aldığını sorar.
Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir:
"Eğer elli lirayı alırsam oyun biter!"
Allah'ın bile insanlar hakkındaki hükmünü, ömürleri sona erdikten sonra verdiğine inanırken...
Biz kim oluyoruz da insanları birkaç kez görmek, iki-üç yazı okumak, birkaç dedikodu dinlemekle yargılama hakkına sahip olabiliyoruz!
Onun için insanları tanımadan onların hakkında bir hükme varmayın.

SUSAMIŞ KÖPEK
Bir bilge, bir göletin başında oturmaktadır. Susuzluktan kırılan bir köpeğin devamlı olarak gölete kadar gelip, tam su içecekken kaçması dikkatini çeker. Dikkatle izler olayı. Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki yansımasını görüp korkmaktadır. Bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır. Sonunda köpek susuzluğa dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer. O anda bilge düşünür:
-Benim bundan öğrendiğim şu oldu,der.
-Bir insanın istekleri ile arasındaki engel, çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkularıdır. Kendi içinde büyüttüğü engellerdir. İnsan bunu aşarsa, istediklerini elde edebilir.
Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür. Asıl öğrendiği şey, insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin var olduğudur. Bu yüzden ne varsa paylaş, senden de öğrenilecek bir şeyler vardır diğer insanlar için...
Her insanın bir hikâyesi ve söyleyecek bir sözü mutlaka vardır.

TIKANDI BABA
Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor. Tıkandı baba, çay getir Tıkandı baba, oralet getir.
Bu durum Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş. Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi? Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba Anlat baba anlat merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi. Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;
Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. "Benimki de onlarınki kadar aksın" diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden " Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın" dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz. Tıkandı baba'nın anlattıkları Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına ;
Hergün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz. Sultan Mahmut'un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba'ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis. " Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim" diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş.
Yolda giderken "Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim" demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya Taze baklava, güzel baklava ! Bu esnada oradan geçen bir esnaf baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. esnaf baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş.
Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam esnaf acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Esnaf hiçbir şey olmamış gibi=
Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım, demiş. Tıkandı baba da Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve esnaf da her akşam Tıkandı baba'dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut ;
Bizim Tıkandı baba'ya bir bakalım, deyip Tıkandı baba'nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan; Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi? mi, demiş Geldi sultanım Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?
Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağolasınız, duacınızım. Sultan şöyle bir tebessüm etmiş. Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel, deyip almış ve Devletin hazine odasına götürmüş. Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir, demiş.
Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek. Sultan demiş; Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış
Alın bu adamı Üsküdar'ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin demiş. Padişahın adamları "peki" deyip adamı alıp Üsküdar'a götürmüşler. Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler. Baba, Niçin, demiş.
Askerler Hele sen bir beğen bakalım demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline Ne olacak şimdi, demiş Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı.demiş. adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş.
Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş;
"Vermeyince Mabud, neylesin sultan Mahmut"

TOKAT
İki arkadaş çölde yürüyorlardı. Yolculuk sırasında bir tartışma yaşandı ve arkadaşlardan biri ötekine tokat attı. Tokadı yiyen kişinin canı acıdı ama hiçbir şey söylemeden eğildi ve kuma şöyle yazdı:"Bugün en iyi arkadaşım bana tokat attı."
İki arkadaş bir vahaya gelene dek yürümeye devam ettiler ve vahaya gelince de suya girmeye karar verdiler. Tokadı yiyen kişi bataklığa saplandı ve kurtulmak için çırpınmaya başladı. Arkadaşı onu kolundan çekerek saplandığı yerden çıkardı ve yaşamını kurtardı. Tokadı yiyen kişi boğulmaktan kurtulduktan sonra bir taşa şöyle yazdı:
"Bugün en iyi arkadaşım yaşamımı kurtardı."
Tokadı atan ve arkadaşının yaşamını kurtaran kişi bu olay karşısında çok şaşırdı ve merakını yenemeyip arkadaşına sordu:
"Canını acıttığımda kuma yazdın neden şimdi taşa?"
Tokadı yiyen kişi bu soruyu şöyle yanıtladı:
"Birisi canımızı yaktığında kuma yazmalıyız ki bağışlama rüzgarı silebilsin ama biri bizim için iyi bir şey yaparsa taşa kazımalıyız ki hiçbir rüzgar silemesin."
İyilikleri kayalara kazımayı öğrenin.
Denilir ki:
Özel birini bulmak bir dakikanızı alır, onu değerlendirmeniz bir saat içinde olur, onu sevmek için bir gün yeter; ama sonra onu unutabilmek için bir ömrün geçmesi gerekir. İncinmelerimizi kuma; iyiliklerimizi kayaya yazmayı öğrenelim.

VEZİR
İyi yürekli bir vezir, yoksul ve muhtaçlara devlet hazinesinden borç para veriyor, borç alanlar, "Bunu ne zaman geriye ödeyeceğiz?" diye sorduklarında, "Padişahımız ölünce ödersiniz" diye cevap veriyordu Bu duruma tanık olan bir adam bir gün Padişaha, "Efendimiz sizin veziriniz devletinizin hazinesinden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyor Demek ki niyeti kötü, sizin bir an önce ölmenizi istiyor, siz ölünce de paraları zimmetine geçirecek" diye gammazladı Bu gammazlık üzerine padişahın vezirine karşı kalbi bozuldu Kendisini huzuruna çağırıp söylenenlerin doğruluk derecesini ve maksadının ne olduğunu sordu Vezir sıradan bir vezir değildi Görevinin dışındaki bir takım incelikleri de biliyor ve yerinde bunlardan yararlanıyordu Padişahı yatıştıran ve yüreğini ferahlatan şu açıklamada bulundu:
"Padişahım, söylenen doğrudur Ben hazineden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyorum Ama bunu sizin ölmenizi değil, tersine daha çok yaşamanızı istediğim için yapıyorum Bilirsiniz ki her borçluya borcunun vadesi kısa gelir, vade dolmasın diye bakar, bunun için dua eder Bu demektir ki borçlarını siz ölünce verecek olanlar, borçlarının vadesi dolmasın diye sizin ölmemeniz için dua edeceklerdir Allahı katında en makbul dualardan biri de borç altındaki kullarının duasıdır Benim de maksadım ömrünüzün uzunluğu, sağlık ve afiyetinizdir"

YAMYAMLAR
Bir zamanlar Afrika'daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı.Kral,daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu,birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı.Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı.İster kendi başın agelsin ister başkasının,ister iyi olsun ister kötü,her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: "Bunda da bir hayır var!"Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar.Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu.Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu.Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi:"Bunda da bir hayır var!"Kral acı ve öfkeyle bağırdı:"Bunda hayır filan yok!Görmüyor musun, parmağım koptu?"Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu.Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler.Ellerini,ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar.Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar.Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki,kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı."Haklıymışsın!" dedi. "Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış.İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi.""Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı. "Bunda da bir hayır var.""Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral. "Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir.""Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum,değil mi?Ve sonrasını düşünsene? "
Bu hikayeden çıkaracağımız sonuç=Hayır ve şer gizlidir ve biz onu asla anlayamayız.

YAŞLI ÇİFT
Hakim yetmişlerine merdiven dayadıkları halde boşanmak için başvuran yaşlı çifte sormuş:
Bunca yıldan sonra niçin ayrılmak istiyorsunuz?_
Yaşlı kadın cevap vermiş:
Hakim bey bir ay öncesine kadar aklımda böyle bir şey yoktu. Eşim bana bir mine çiçek hediye getirdi, ben de çiçekleri çok severim. Çiçeğin çok sulanması gereken bir çiçekmiş ve kocam düzenli aralıklarla sulanmadığında çiçeğin öleceğinin söyledi.Ben kemik rahatsızlıkları olan bir insanım.Geceleri uykumdan kalkıp çiçeği sulamam gerektiği halde , bir gün fark ettim ki kocam bir kez olsun benim ağrıma rağmen gece kalkıp ta çiçeği sulamadı . Bunun üzerine ben de bu kadar düşüncesiz bir insanla yaşamamam gerektiğine karar verdim
Hakim kadına hak vermiş;ama adettendir diye bir de adama sormuş :
-Senin söyleyecek bir şeyin var mı ?
Yaşlı adam cevaplamış
-Eşimin anlattığı her şey doğru,tek bir şey dışında.Mine çiçeği çok sulandığında ölür.Karımın kemik rahatsızlığı var ve iyileşmesi için düzenli egzersiz yapması gerekir ama eşim bunu yapmadığı için ben de bu yalanı buldum. Çiçek ölmesin diye her gece kalkmak zorunda kaldı.O her uyandığında ben de uyanık olurdum,işini bitirip uyuduğunda gidip çiçeğin suyunun boşaltır peçetelerle toprağını kuruturdum.Sonra da yatağa gelip bana bu güzel hayatı bahşeden canımdan çok sevdiğim eşimim doyasıya seyrederdim.

YÜZ DOLAR
Meşhur bir hatip konuşmasına 100 dolarlık bir banknotu elinde tutarak başladı.
– Bu 100 dolarlık banknotu kim ister? diye sordu.
Salonda eller tek tek havaya kalktı.
– Tamam. Bu 100 doları içinizden birine vereceğim, ama önce lütfen müsaade edin, dedi ve banknotu iyice buruşturduktan sonra tekrar sordu:
– Hâlâ kim istiyor?
Salonda aynı eller havaya kalktı. Bu defa, adam, banknotu yere attı ve ayakkabısıyla ezdi. Ardından eğildi ve parayı aldı. Banknot kirli ve buruş buruş olmuştu.
– Hâlâ isteyen var mı? diye sordu.
Salonda eller tekrar havaya kalktı ve hatip konuşmasını şöyle tamamladı.
– Arkadaşlar, sanırım hepiniz çok önemli bir ders öğrendiniz. Paraya ne yaparsam yapayım siz hâlâ onu istemeye devam ettiniz, çünkü biliyordunuz ki, bu banknot değerinden bir şey kaybetmedi. İşte bunun gibi, bizler de hayatta çok zor durumlarla karşı karşıya kalırız. Zirveden aşağılara düşeriz, istiskale uğrarız; üzerimizden basıp geçerler; bütün o olumsuz hadiseleri yaşarken, eğer kişiliğimizi muhafaza edersek, başımıza ne gelirse gelsin değerimizi asla kaybetmeyiz.

ALLAH Razı Olsun Ellerinize ve  Emeklerinize Sağlık çok Teşekkür ederim

TinyPortal 2.2.2 © 2005-2022